Bu Blogu dinliyor-seyrediyorsunuz,
Bestelerin yaratıcısı Oktay Emed hakkında bilginiz var mı? Müzikle ilgisi
nereden geliyor? Bunu çok kişi size anlatabilir, Çünkü onun çok geniş bir çevresi
var. Ama benim için onu anlatmak bir görev niteliğinde, Çünkü; ben Aysel Al,
Oktay Emed’in menajeriyim.
Oktay Emed; İstanbul Üniversitesi,
İktisat Fakültesi mezunu ve Ziraat Bankası’ndan emekli. Anladım, şaşırdınız, ne
fakültenin ne de bankanın müzikle ilgisi yok, peki Müzik bilgisi, yeteneği
nereden geliyor anlatayım:
Oktay Emed’in annesi Memduha Hanım (1904-1990) İstanbul’un eski bir ailesine mensuptu. O tarihlerde, İstanbul’daki kalbur üstü ailelerde kızlarına Fransız’dan Mürebbiye (öğretmen, yetiştirici olarak çevirebiliriz) getirtmek adeti vardı. Memduha Hanım’ın babası da ki (varlıklı nüfuzlu bir tüccardı Enver Paşa ile de arası iyiydi, bir süre Belediye Başkan Yardımcılığı da yapmıştı) Fransa’dan kızı için bir “Matmazel” getirtti. Matmazel’in niteliği hakkında koştuğu şartlar şunlardı: Ağırbaşlı olacak, Müslümanlığa hürmet edecek, Fransızcayı bir öğretmen becerisiyle öğretebilecek kapasite ve tecrübesi olacak. Hüseyin Hüsnü Bey (baba) gelecek kişinin Fransızca’nın yanında Piyano da öğretmesini istedi. Biraz masraflı oldu ama, böyle bir kişi bulundu ve “Matmazel” yedi yıl Hüseyin Hüsnü Bey’in Süleymaniye’deki konağında kaldı. Kendisi eğitimci ve yetenekli bir insandı. Ailenin büyük kızı Memduha ile iyi bir iletişim kurdu ve ona yedi yıl boyunca Piyano ve Fransızca öğretisi verdi. Memduha Süleymaniye’de İptidai ve Rüştiye’yi bitirdikten sonra İdadi’ye devam etti (ilkokul, ortaokul, lise) (Oktay’la sohbetlerimiz çok geniş alanları kapsıyor. Konuyu dağıtmak istemiyorum ama, konuşmalarımızdan birini belirtmeden geçemeyeceğim: Mevhibe Hanım da –İnönü- Süleymaniye İdadisi’nde okumuş. Memduha Hanım’dan bir sınıf evvelmiş, Bir gün Memduha’ya; "Bir Topçu Zabiti ile evleniyorum, söz kesildi adı İsmet" demiş. Memduha da; "Yaa tebrik ederim, hayırlı olsun abla" diye yanıtlamış) Neyse biz gene konumuza dönelim.
Oktay Emed’in annesi Memduha Hanım (1904-1990) İstanbul’un eski bir ailesine mensuptu. O tarihlerde, İstanbul’daki kalbur üstü ailelerde kızlarına Fransız’dan Mürebbiye (öğretmen, yetiştirici olarak çevirebiliriz) getirtmek adeti vardı. Memduha Hanım’ın babası da ki (varlıklı nüfuzlu bir tüccardı Enver Paşa ile de arası iyiydi, bir süre Belediye Başkan Yardımcılığı da yapmıştı) Fransa’dan kızı için bir “Matmazel” getirtti. Matmazel’in niteliği hakkında koştuğu şartlar şunlardı: Ağırbaşlı olacak, Müslümanlığa hürmet edecek, Fransızcayı bir öğretmen becerisiyle öğretebilecek kapasite ve tecrübesi olacak. Hüseyin Hüsnü Bey (baba) gelecek kişinin Fransızca’nın yanında Piyano da öğretmesini istedi. Biraz masraflı oldu ama, böyle bir kişi bulundu ve “Matmazel” yedi yıl Hüseyin Hüsnü Bey’in Süleymaniye’deki konağında kaldı. Kendisi eğitimci ve yetenekli bir insandı. Ailenin büyük kızı Memduha ile iyi bir iletişim kurdu ve ona yedi yıl boyunca Piyano ve Fransızca öğretisi verdi. Memduha Süleymaniye’de İptidai ve Rüştiye’yi bitirdikten sonra İdadi’ye devam etti (ilkokul, ortaokul, lise) (Oktay’la sohbetlerimiz çok geniş alanları kapsıyor. Konuyu dağıtmak istemiyorum ama, konuşmalarımızdan birini belirtmeden geçemeyeceğim: Mevhibe Hanım da –İnönü- Süleymaniye İdadisi’nde okumuş. Memduha Hanım’dan bir sınıf evvelmiş, Bir gün Memduha’ya; "Bir Topçu Zabiti ile evleniyorum, söz kesildi adı İsmet" demiş. Memduha da; "Yaa tebrik ederim, hayırlı olsun abla" diye yanıtlamış) Neyse biz gene konumuza dönelim.
Memduha zeki ve çalışkan bir çocuktu,
hem okula devam etti hem de, büyük bir gayretle Piyano ve Fransızcaya çalıştı. Bu
çalışmaları ona, her iki konuda da üstün bir teknik ve bilgi sağladı. Bu arada
zaman geçiyordu, sonunda yedi sene doldu. Bir gün Matmazel öğrencisini
karşısına aldı, yüzü hüzünlü idi.
"Memduha", dedi. "Sizlerden ayrılmanın benim için ne kadar zor olduğunu biliyorsun, Konak sanki benim evim, İstanbul da vatanım, ama artık sana öğretecek bir şeyim kalmadı. Piyano’yu benden bile iyi çalmaya başladın. Fransızcayı da ana dili dışında bu düzeyde konuşan çok az kişi var... Paris’te ailemin beni beklediklerini tahmin edebilirsin değil mi?" İkisinin de gözleri yaşlıydı. Ayrılık gününün geleceğini 2-3 aydan beri –akıllarından çıkartmak isteseler de– biliyorlardı. Matmazel, Memduha’dan babası ile bir görüşme sağlamasını istedi (konak-konaklar demek daha doğru olur- Harem ve Selamlık olarak iki bölümdü. Bir bölümden ötekine -her üç katta da- bir koridorla geçiliyordu. Memduha’nın babası Selamlık kısmında otururdu ve yanına –amiyane tabiri ile– çat kapı girilmezdi. Hüseyin Hüsnü Bey Matmazel’i güler yüzle karşıladı, yedi senelik olumlu mesaisinden dolayı teşekkür etti. Ve ona kahve getirtti, bir süre sohbet ettiler. Sonra -“yolluk” diyerek- yüklü bir para verdi. Matmazel konağı evi gibi benimsemişti. Konak da ona alışmıştı. Matmazel’i uğurladılar. Herkese bir hüzün çöktü, kolay değil yedi sene. Yedi sene Memduha’ya üst düzey bilgi ve teknik kazandırmıştı. Oktay: “Annem Piyano çalarken, parmakları adeta tuşların üstünde uçardı” diyor. "Ya Fransızcası?" dedim. “Ana dili gibiydi” diye yanıtladı Oktay.
"Memduha", dedi. "Sizlerden ayrılmanın benim için ne kadar zor olduğunu biliyorsun, Konak sanki benim evim, İstanbul da vatanım, ama artık sana öğretecek bir şeyim kalmadı. Piyano’yu benden bile iyi çalmaya başladın. Fransızcayı da ana dili dışında bu düzeyde konuşan çok az kişi var... Paris’te ailemin beni beklediklerini tahmin edebilirsin değil mi?" İkisinin de gözleri yaşlıydı. Ayrılık gününün geleceğini 2-3 aydan beri –akıllarından çıkartmak isteseler de– biliyorlardı. Matmazel, Memduha’dan babası ile bir görüşme sağlamasını istedi (konak-konaklar demek daha doğru olur- Harem ve Selamlık olarak iki bölümdü. Bir bölümden ötekine -her üç katta da- bir koridorla geçiliyordu. Memduha’nın babası Selamlık kısmında otururdu ve yanına –amiyane tabiri ile– çat kapı girilmezdi. Hüseyin Hüsnü Bey Matmazel’i güler yüzle karşıladı, yedi senelik olumlu mesaisinden dolayı teşekkür etti. Ve ona kahve getirtti, bir süre sohbet ettiler. Sonra -“yolluk” diyerek- yüklü bir para verdi. Matmazel konağı evi gibi benimsemişti. Konak da ona alışmıştı. Matmazel’i uğurladılar. Herkese bir hüzün çöktü, kolay değil yedi sene. Yedi sene Memduha’ya üst düzey bilgi ve teknik kazandırmıştı. Oktay: “Annem Piyano çalarken, parmakları adeta tuşların üstünde uçardı” diyor. "Ya Fransızcası?" dedim. “Ana dili gibiydi” diye yanıtladı Oktay.
Zaman geçiyordu, Memduha Hanım evlenmiş
ve bir süre sonra da Oktay dünyaya gelmişti. Anne Memduha, Matmazel’den aldığı bilgileri,
büyük bir titizlikle Oktay’a vermeye girişti. (Konuyu Müzik dışına taşımak
istemiyorum ama kısaca değineyim: Oktay’ın Yabancı dil öğrenmeye yatkınlığının temelinde,
daha emeklerken annesinden duyduğu Fransızca yatar) Müzik konusunda da şanslıydı:
Evde piyano vardı, öğretecek kişi vardı ve de çok miktarda “Nota” vardı. Oktay bu
şansını iyi kullandı, yeteneği de ona yardımcı oldu. Daha ilkokulda iken,
duyduğu bir melodiyi oturur piyanoda çalabilirdi. 14-15 yaşlarına gelince
arkadaşları piyano dinlemek için Oktay’lara gelir oldular. Bu arada, “armoni”
bilgisini de ilerletmeye çalışıyordu. Yardımcı olabilecek kitaplar buldu. Kavrayamadığı
konuları danışmak için üst düzey müzik hocalarıyla –profesör demek daha doğru
olur– temaslar kurdu (Örneğin Cemal Reşit Rey). Oktay Türk San’at müziği ve
Batı müziği diye ayırım yapmıyor, müziğin her türünü seviyordu. Müzik san’atıyla
özdeşleşebilmek için, Türk San’at Müziğinin teorisini de bilmek gerektiği
kanısındaydı. Bu konuda tanınmış bir Tambur ustasından dersler aldı. Artık
piyanosu zevkle dinlenir ve aranır bir kişi olmuştu. Müzikli arkadaş
toplantılarına, bazı zamanlarda da düğünlere çağırılıyordu. Fakülte öğrenciliği
sırasında çağrıldığı bir düğün bittikten sonra, Düğün sahibi Oktay’ın cebine bir
zarf koydu. Zarfı evde açtı. İçinde bir öğrenci için önemli sayılacak miktarda
para vardı. İlk kazanılan paranın insan üzerinde bambaşka bir etkisi vardır. Bu
etki paranın çokluğu ya da azlığı ile ilgili değildir, biraz kendine güven, geleceğin
sağlanmasına bir adım gibi tam olarak bilinç düzeyine çıkmayan, olumlu
kavramların karışımı denebilir bu etkiye. Aslında, ailesinin parasal bir
sıkıntısı yoktu (babası tanınmış bir doktordu, üç hastanede Başhekimlik, bir
dönem de Milletvekilliği yapmıştı). Ama kendi ayakları üzerinde durmanın ayrı bir
özelliği vardı. Oktay o günden sonra, evden hiç harçlık almadı. Sık sık çağırıldığı
(Düğün-balo gibi) müzikli toplantılara, artık para almadan gitmiyordu. Müzikli
lokallerden iş teklifleri de geliyordu. Fakülte ve askerlik bittikten sonra bir
pavyonda “Piyanist” olarak çalışmaya başladı.
Bu ilk işinde ilk günler biraz
yabancılık çekti. Piyano tekniği iyiydi ama, bu güne kadar hep tek başına çalmıştı.
Şimdi ise beş kişilik bir ekiple beraberdi, ayrıca çalınan melodilerin bazılarını hiç işitmemişti. Yeteneğiyle
(kulağı çok kuvvetliydi) uyum sağlıyordu ama, ekibin acemisi olmak ona göre bir
şey değildi. Kendisine bir nota defteri aldı. Bildiği parçaları buraya yazdı. Bilmediklerini
de arkadaşlarından alıp defterine geçirdi ve ezberledi. Bir kaç gün içinde
Ekiple tam bir uyum içine girdiler.
Birkaç hafta sonra ekibe bir
şantör katılır. Genç, güler yüzlü, herkesle geçinebilecek mizaçta bir
elemandı. Repertuvarındaki parçaların hepsi de çalışan ekibin bildiği
parçalardı. Buraya kadar iyi, ama daha ilk şarkıya başlarken ortaya bir pürüz
çıktı: Şantör melodilerin hepsini başka tondan (yani daha kalın ya da daha
ince) söylüyordu. Baterist sıkıntı çekmedi, zaten sesin tonu ile değil ritim
ile ilgili idi. Fakat Ekibin diğer 3 elemanı Şantör’e uyamadılar ve Şan’la ters
düşmemek için sazlarını seslendirmediler. Oktay, Şantör’e uyabilmek için biraz
zorlandıysa da, falso görünümü vermeden durumu idare edebildi.
Sonraki günler Şan-Piyano uyumu
Oktay için çok kolay oldu. Çünkü gündüzleri defterindeki parçaları çeşitli
tonlarda çalmanın provasını yapıyordu.
Zaman akıp gidiyordu. Profesyonel
müzisyenliğe başlayalı üç sene olmuştu ki, bir gece Pavyona Fakültede çok iyi
anlaştığı bir sınıf arkadaşı geldi. Uzun seneler görüşmedikten sonra, karşılaşan
iki dostun yapacağı olağan hareket ve sözlerden sonra Arkadaşı;
"Oktay" dedi. "İş Bankası Müfettiş Muavinliği İmtihanı açıyor, girsene." Oktay duraladı, senelerden beri ilk defa müzik dışında bir iş konusu duyuyordu.
"Bilmem ki?" dedi, "hem kaç sene geçti dersleri unutmuşumdur."
"Ne kaybedersin?" dedi arkadaşı. "Başvurmak sana bir külfet getirmeyecek ki, hem senin fakültede öğrendiklerini unutacağını da hiç sanmıyorum."
"Oktay" dedi. "İş Bankası Müfettiş Muavinliği İmtihanı açıyor, girsene." Oktay duraladı, senelerden beri ilk defa müzik dışında bir iş konusu duyuyordu.
"Bilmem ki?" dedi, "hem kaç sene geçti dersleri unutmuşumdur."
"Ne kaybedersin?" dedi arkadaşı. "Başvurmak sana bir külfet getirmeyecek ki, hem senin fakültede öğrendiklerini unutacağını da hiç sanmıyorum."
Arkadaşı bir saat kadar kaldı ve
tekrar görüşebilmek dileğiyle ayrıldı. Pavyon her gece gibi kalabalıktı. 8-10
parça çalıp ara vermişlerdi ki, Kemancı arkadaşı yanına geldi. Usulca;
"Oktay dalgınsın, bir aksilik mi var?" dedi.
"İyiyim, sağ ol" diye yanıtladı Oktay ama, arkadaşının önerisini düşünüyordu.
"Oktay dalgınsın, bir aksilik mi var?" dedi.
"İyiyim, sağ ol" diye yanıtladı Oktay ama, arkadaşının önerisini düşünüyordu.
Profesyonel Müzisyenlikte geçen
hayatını en baştan alıp düşünmeye başladı: Şimdi çalıştığı pavyon üçüncü iş yeriydi.
İşe ilk girdiği sıradaki acemiliği sadece bir-iki gün sürmüştü. Repertuvar sıkıntısı
artık yoktu. Tersine zaman zaman müzisyen arkadaşları ondan nota istiyorlardı. Şan-Piyano
uyumu sağlamaktaki ustalığı neredeyse ün yapmıştı. Artık pavyon piyasasında aranan
bir piyanistti. Her iş değiştirmesi zamla olmuştu. Bütün bunlar başarı
sayılabilirdi ama, artık bu işin kendisine verebileceği başka bir şey
kalmamıştı. Bu Oktay’a yerinde saymak gibi geliyordu ki karakterine aykırı bir
durumdu. Müzik dalında ilerlemesi ancak Konser Piyanisti olması ile mümkündü. Onu
düşünmüş fakat mümkün olamayacağı sonucuna varmıştı. (Bu konuyu Oktay bana şöyle
anlattı: Konser piyanisti olabilecek tekniğe erişmek için, her gün saatlerce çalışmak
gerekiyordu. –bu kadar saat çalışmayı gece işinden ayrılmaksızın yapmak da mümkün
değildi- Oktay Müzik konusunda kendisine güveniyordu ama, Piyano tekniği ve Müzik
bilgisinin belli bir düzeye çıkması, Konser piyasasında tutunmak için yeterli
değildi. Konservatuvardan değil de İktisat Fakültesinden mezun olmuş bir kişi,
kendini Konsertist olarak nasıl ve ne zaman tanıtabilirdi? Ve bu zaman içinde
ne ile geçinecekti?)
Arkadaşının ziyaretinden iki gün
sonra, İş Bankası Müfettiş Muavinliği Sınavına giriş başvurusunu yaptı. (Bankalara;
Memur adayı veya Müfettiş Muavini olarak giriliyordu. Müfettiş Muavinliği
sınavına girmek için İktisat veya Hukuk dalında Yüksek öğrenim görmüş olmak
şartı vardı. Müfettiş Muavinliği hem parasal hem de yükselme kolaylığı açısından
çok daha avantajlı idi. Bu nedenlerle Müfettiş Muavinliği imtihanlarına çok
sayıda kişi müracaat ederdi. Ancak imtihanlar zor olduğu için kazanma oranı %5i
geçmezdi) Oktay bunları düşünürken “her halde benim durumumda kimse yoktur”
diye kendi kendine gülümsedi. Fakülte biteli neredeyse altı sene olmuştu.
Üstelik yanında ders kitapları da yoktu. (Şimdi çalıştığı pavyon İstanbul
dışında, kitapları ise evde, İstanbul’da idi. Yani sınava çalışmadan girecekti.)
İş Bankası İmtihanından 5 gün evvel, gazetede Ziraat Bankası’nın ilanını gördü.
40 gün sonra orada da Müfettiş Muavinliği giriş sınavı vardı. Bir başvuru da
oraya yaptı. İki imtihana da girdi.
İlk mektup İş Bankası’ndan geldi,
kazanmıştı. Bu, Oktay’ın Bankacılık hayatına açılan bir kapı oldu. İş Bankası
İzmir Şubesini teftiş eden heyete Müfettiş Muavini olarak katıldı. (İzmir gibi
büyük şubelerin teftişi genelde bir veya iki Müfettişin başkanlığında bir kaç
Muavinden oluşan bir heyetle yapılır) Bir ay kadar sonra Ziraat Bankası’ndan da
mektup geldi. Orayı da kazanmıştı.
İş Bankası Teftişinde çalışırken iki
ay kadar geçmişti ki, bir gün Ziraat Bankası Teftiş Kurulu Başkanı Oktay’ı telefonla
aradı; imtihanı kazandığını söyledi ve tebrik etti. Onu Ziraat Bankası mensubu
olarak görmekten sevineceğini söyledi ve bankaya geçmesi durumunda sağlayacağı
avantajları uzun uzun anlattı. Başkanın sözleri Oktay’ı çok etkilemişti.
Bankalardaki hiyerarşi hakkında az çok bilgisi vardı. Teftiş Kurulu Başkanının,
daha Müfettiş Muavinliğine başlamamış olan bir kişiye telefonla bizzat araması,
kendisini onore etmişti. (Genelde tebligatlar mektupla yapılırdı) Birkaç gün
düşündükten sonra İş Bankasından istifa etti ve Ziraat Bankasının İstanbul
Karaköy şubesinin teftişine Müfettiş Muavini olarak katıldı. (Ziraat Bankası sınavına
giren 150 kişiden fazla imiş ama, sadece 4 kişi kazanabilmiş. Bu 4 kişi içinde
de Oktay’dan başka yabancı dil bilen yokmuş. –Oktay çocukluğunda öğrendiği
Fransızcasına İngilizceyi de eklemişti-)
Bankacılıkta da kısa zamanda çok şey
öğrendi. Müfettiş Muavinliğinden sonra Müfettişliğe yükseldi. Müfettişlikten
Seksiyon, sonra da Şube Yöneticiliğine geçti. Bankacılık camiası arasında;
bilgili ve çalışkan bir eleman olarak tanınıyordu. (Ziraat Bankasının bugün
kullanmakta olduğu “logo”, Oktay’ın 1960 senesinde tertip ettiği müsabakayı
kazanan “logo”dur –Logo’nu ressamına 160 lira “ödül" verilmiş-)
Bankacılığının yedinci yılında, Türkiye
Halk Bankası Genel Müdür Muavinliğine atandı. Yeni bankasına uyum sağlamak
Oktay için hiç zor olmadı. Fakat kısa süre sonra, evvelce aklına gelmeyen olumsuz
bir gerçeği gördü. Bir çok politikacı zaman zaman kendisine telefon edip, bazı
banka müşterileri için bir şeyler istiyorlardı. (Bu istekleri rica ile emir
arasında oluyordu) Oktay bu durumlarda “herkesin isteği olsun ama Banka zarar
etmesin” prensibini uygulamaya çalışıyordu ama, bu her zaman kolay olmuyordu.
Bazı politikacılar, “emredersiniz” yerine “inceleyim, size arz ederim” sözünü
hakaret olarak kabul ediyordu. (Hatta “bu adam namuslu, bize yaramaz” diyen de
olmuş). Böyle durumlardaki hoşnutsuzluklar zaman içinde birikerek, sekizinci
senenin sonunda Oktay, T.Halk Bankası Genel Müdür Muavinliği görevinden alınarak
Ziraat Bankası Genel Müdür Müşavirliğine getirildi. (Halk deyimiyle kızak)
Aslında Halk Bankasındaki görev yorucu
idi ve dinlenmeye ihtiyacı vardı ama buna pek fırsat bulamadı. İşe başlayalı bir
ay olmuştu ki, Genel Müdür “Disiplin Kurulu Başkanlığı” görevini kabul edip etmeyeceğini
sordu. (Oktay Halk Bankası Genel Müdür Muavinliğinden kararname ile alınmıştı.
Ziraat Bankası, Halk Bankası ile aynı statüde idi. “Disiplin Kurulu Başkanlığı”, “Genel
Müdür Muavinliği”ne göre alt görevdi) Fakat reddetmek uygun olmazdı ve Oktay “Disiplin Kurulu
Başkanlığı” görevine başladı.
Bu yeni iş çok –hem de pek çok-
çalışmayı gerektiriyordu. Kurul 5 sene rötara girmişti. Oktay işe gayretle sarıldı.
Rötar yavaş yavaş kapanmaya başladı. Bir-iki sene sonra işler, büyük ölçüde,
hafiflemişti. Bu sırada Genel Müdür Oktay’dan Disiplin Kurulu Başkanlığına ek
olarak, bir süre vekaleten “Hukuk İşleri Müdürlüğü”nü de yürütmesini rica
etti. Ve Oktay iki birimin birden işlerini yürütmeye başladı.
Hukuk İşleri Müdürlüğü rötara
girmişti. Bu rötar kısa sürede kapandı. (Ziraat Bankası tarihinde Hukuk
Fakültesi mezunu olmayan bir kişinin, vekaleten de olsa Hukuk İşleri Müdürlüğüne
tayin edilmesi ilk defa görülen bir olgu idi) 5-6 ay sonra Oktay, Genel Müdüre
“İşler artık yoluna girdi” dedi ve Hukuk İşleri Müdürlüğünden ayrıldı ve birkaç
yıl sonra Disiplin Kurulu Başkanlığından emekli oldu.
Gelelim Oktay’ın bestecilik
hayatına. İlk bestesini 14 yaşında yapmıştı ve besteler devam etti. O senelerde
Oktay’ın müzik bilgisi azdı. Buna rağmen yarattığı bestelerin acemice olduğunu
anlayabiliyordu. Bestelemenin de bir tekniği olmalıydı. Bu teknik, yavaş da
olsa (8-9 sene) Oktay’da gelişti. Her bestesini beğenmiyordu ama birkaç tane
uygun bulduğu beste yapabildi. Askere gitmesi bu çalışmalarını sürdürmesini
engelledi. Çalışma hayatının yoğunluğu yeni besteler yapmasına (kendiyle
baş başa kalmasına) imkan tanımadı.
Emekli olduktan sonra yeniden
beste yapmaya başladı. İlk gençliğinde yaptığı besteleri yazmamıştı. Sadece 3
tanesi hatırında kalmıştı. Bazı bestelerini unutmuş olabilirdi ama, beste
tekniğini kaybetmemişti. Müzik bilgisi de, 14 yaşındaki bilgisine göre çok
ileride idi. Şu anda notere onaylattığı 84 adet bestesi var ve bu sayı artmaya
devam ediyor. Bestelerin her türde olması (Türk Sanat Müziği, Arjantin Tangosu,
Caz müziği,... gibi) başka hiçbir bestecide görmediğim bir özellik. Evinde bir
stüdyo kurdu, orada hem enstrüman hem de şan olarak ses kaydı yapabiliyor. Bu
çalışmalarını CD ye aktarıyor ve “Beste ve Yaşamdan Sayfalar” adlı Blog’unda
bizlerle paylaşıyor.
Beste ve Yaşamdan Sayfalar
: emedbeste.blogspot.com